Sunday, January 25, 2009

37 As-Saaffaat

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla



(1) Saflar halinde dizilenlere andolsun,
بِسْمِ ٱللَّهِ ٱلرَّحْمَٰنِ ٱلرَّحِيمِ 

وَٱلصَّٰٓفَّٰتِ صَفًّۭا ﴿١﴾
(2) Haykırıp sürükleyenlere,
فَٱلزَّٰجِرَٰتِ زَجْرًۭا ﴿٢﴾
(3) Zikir okuyanlara,
فَٱلتَّٰلِيَٰتِ ذِكْرًا ﴿٣﴾
(4) Tartışmasız, sizin İlahınız gerçekten birdir.
إِنَّ إِلَٰهَكُمْ لَوَٰحِدٌۭ ﴿٤﴾
(5) Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir, doğuların da Rabbidir.
رَّبُّ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَرَبُّ ٱلْمَشَٰرِقِ ﴿٥﴾
(6) Şüphesiz Biz dünya göğünü 'çekici bir süsle', yıldızlarla süsleyip-donattık.
إِنَّا زَيَّنَّا ٱلسَّمَآءَ ٱلدُّنْيَا بِزِينَةٍ ٱلْكَوَاكِبِ ﴿٦﴾
(7) Ve itaatten çıkmış her azgın şeytandan koruduk;
وَحِفْظًۭا مِّن كُلِّ شَيْطَٰنٍۢ مَّارِدٍۢ ﴿٧﴾
(8) Ki onlar, Mele'i A'la'ya kulak verip dinleyemezler, her yandan kovulup atılırlar;
لَّا يَسَّمَّعُونَ إِلَى ٱلْمَلَإِ ٱلْأَعْلَىٰ وَيُقْذَفُونَ مِن كُلِّ جَانِبٍۢ ﴿٨﴾
(9) Uzaklaştırılırlar. Onlara kesintisiz bir azap vardır.
دُحُورًۭا ۖ وَلَهُمْ عَذَابٌۭ وَاصِبٌ ﴿٩﴾
(10) Ancak (sözü hırsızlama) çalıp-kapan olursa, artık onu da delip geçen 'yakıcı bir alev' izler (ve yok eder).
إِلَّا مَنْ خَطِفَ ٱلْخَطْفَةَ فَأَتْبَعَهُۥ شِهَابٌۭ ثَاقِبٌۭ ﴿۰١﴾
(11) Şimdi onlara sor: Yaratılış bakımından onlar mı daha zorlu, yoksa Bizim yarattıklarımız mı? Doğrusu Biz onları, cıvık-yapışkan bir çamurdan yarattık.
فَٱسْتَفْتِهِمْ أَهُمْ أَشَدُّ خَلْقًا أَم مَّنْ خَلَقْنَآ ۚ إِنَّا خَلَقْنَٰهُم مِّن طِينٍۢ لَّازِبٍۭ﴿١١﴾
(12) Hayır, sen (bu muhteşem yaratışa ve onların inkarına) şaşırdın kaldın; onlar ise alay edip duruyorlar.
بَلْ عَجِبْتَ وَيَسْخَرُونَ ﴿٢١﴾
(13) Kendilerine öğüt verildiğinde, öğüt almıyorlar.
وَإِذَا ذُكِّرُوا۟ لَا يَذْكُرُونَ ﴿٣١﴾
(14) Bir ayet (mucize) gördüklerinde de, alay konusu edinip eğleniyorlar.
وَإِذَا رَأَوْا۟ ءَايَةًۭ يَسْتَسْخِرُونَ ﴿٤١﴾
(15) "Bu, açıkça bir büyüden başkası değildir" dediler.
وَقَالُوٓا۟ إِنْ هَٰذَآ إِلَّا سِحْرٌۭ مُّبِينٌ ﴿٥١﴾
(16) "Biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuzda mı, gerçekten biz mi diriltilecekmişiz?"
أَءِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًۭا وَعِظَٰمًا أَءِنَّا لَمَبْعُوثُونَ ﴿٦١﴾
(17) "Veya önceki atalarımız da mı?"
أَوَءَابَآؤُنَا ٱلْأَوَّلُونَ ﴿٧١﴾
(18) De ki: "Evet, üstelik boyun bükmüş kimseler olarak (diriltileceksiniz).”
قُلْ نَعَمْ وَأَنتُمْ دَٰخِرُونَ ﴿٨١﴾
(19) İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak) bakıp duruyorlar.
فَإِنَّمَا هِىَ زَجْرَةٌۭ وَٰحِدَةٌۭ فَإِذَا هُمْ يَنظُرُونَ ﴿٩١﴾
(20) Derler ki: "Eyvahlar bize; bu, din günüdür."
وَقَالُوا۟ يَٰوَيْلَنَا هَٰذَا يَوْمُ ٱلدِّينِ ﴿۰٢﴾
(21) "Bu, sizin yalanladığınız (mü'mini kafirden, haklıyı haksızdan) ayırma günüdür."
هَٰذَا يَوْمُ ٱلْفَصْلِ ٱلَّذِى كُنتُم بِهِۦ تُكَذِّبُونَ ﴿١٢﴾
(22) "Zulmedenleri, eşlerini ve taptıklarını biraraya getirip toplayın."
۞ ٱحْشُرُوا۟ ٱلَّذِينَ ظَلَمُوا۟ وَأَزْوَٰجَهُمْ وَمَا كَانُوا۟ يَعْبُدُونَ ﴿٢٢﴾
(23) "Allah'tan başka (taptıklarını); artık onları cehennemin yoluna yöneltip götürün."
مِن دُونِ ٱللَّهِ فَٱهْدُوهُمْ إِلَىٰ صِرَٰطِ ٱلْجَحِيمِ ﴿٣٢﴾
(24) "Ve onları durdurup-tutuklayın, çünkü sorguya çekileceklerdir."
وَقِفُوهُمْ ۖ إِنَّهُم مَّسْـُٔولُونَ ﴿٤٢﴾
(25) (Onlara seslenilir:) "Ne oluyor size, birbirinizle (dünyada olduğu gibi) yardımlaşmıyorsunuz?"
مَا لَكُمْ لَا تَنَاصَرُونَ ﴿٥٢﴾
(26) Hayır, bugün onlar teslim olmuşlardır.
بَلْ هُمُ ٱلْيَوْمَ مُسْتَسْلِمُونَ ﴿٦٢﴾
(27) Kimi kimine yönelmiş olarak birbirlerine soruyorlar:
وَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَىٰ بَعْضٍۢ يَتَسَآءَلُونَ ﴿٧٢﴾
(28) "Gerçekten sizler bize sağdan (sağ duyudan ve haktan) yana gelip yanaşıyordunuz." derler.
قَالُوٓا۟ إِنَّكُمْ كُنتُمْ تَأْتُونَنَا عَنِ ٱلْيَمِينِ ﴿٨٢﴾
(29) (Diğerleri de:) "Hayır" derler. "Zaten sizler mü'min kimseler değildiniz."
قَالُوا۟ بَل لَّمْ تَكُونُوا۟ مُؤْمِنِينَ ﴿٩٢﴾
(30) "Bizim üzerinizde zorlayıcı hiçbir gücümüz yoktu; hayır siz (kendiniz) azgın bir kavimdiniz."
وَمَا كَانَ لَنَا عَلَيْكُم مِّن سُلْطَٰنٍۭ ۖ بَلْ كُنتُمْ قَوْمًۭا طَٰغِينَ ﴿۰٣﴾
(31) "Böylece Rabbimiz'in sözü (yıkım ve azap va'di) üzerimize hak oldu. Şüphesiz, (azabı) tadıcılarız."
فَحَقَّ عَلَيْنَا قَوْلُ رَبِّنَآ ۖ إِنَّا لَذَآئِقُونَ ﴿١٣﴾
(32) "Evet, sizi azdırdık, çünkü biz de azgın kimselerdik."
فَأَغْوَيْنَٰكُمْ إِنَّا كُنَّا غَٰوِينَ ﴿٢٣﴾
(33) Artık o gün onlar azapta ortaktırlar.
فَإِنَّهُمْ يَوْمَئِذٍۢ فِى ٱلْعَذَابِ مُشْتَرِكُونَ ﴿٣٣﴾
(34) Doğrusu Biz, suçlu-günahkarlara böyle yaparız.
إِنَّا كَذَٰلِكَ نَفْعَلُ بِٱلْمُجْرِمِينَ ﴿٤٣﴾
(35) Çünkü onlara: "Allah'tan başka İlah yoktur" denildiği zaman, büyüklük taslarlardı.
إِنَّهُمْ كَانُوٓا۟ إِذَا قِيلَ لَهُمْ لَآ إِلَٰهَ إِلَّا ٱللَّهُ يَسْتَكْبِرُونَ ﴿٥٣﴾
(36) Ve derlerdi ki: "Biz, ünlenmiş bir şair için ilahlarımızı terk mi edeceğiz?"
وَيَقُولُونَ أَئِنَّا لَتَارِكُوٓا۟ ءَالِهَتِنَا لِشَاعِرٍۢ مَّجْنُونٍۭ ﴿٦٣﴾
(37) Hayır, o, hakkı getirmiş ve gönderilen (elçi)leri de doğrulamıştı.
بَلْ جَآءَ بِٱلْحَقِّ وَصَدَّقَ ٱلْمُرْسَلِينَ ﴿٧٣﴾
(38) Şüphesiz, siz, acı azabı tadıcılarsınız."
إِنَّكُمْ لَذَآئِقُوا۟ ٱلْعَذَابِ ٱلْأَلِيمِ ﴿٨٣﴾
(39) Yaptıklarınızdan başkasıyla cezalandırılmayacaksınız.
وَمَا تُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ ﴿٩٣﴾
(40) Ancak muhlis olan kullar başka.
إِلَّا عِبَادَ ٱللَّهِ ٱلْمُخْلَصِينَ ﴿۰٤﴾
(41) İşte onlar; onlar için bilinen bir rızık vardır.
أُو۟لَٰٓئِكَ لَهُمْ رِزْقٌۭ مَّعْلُومٌۭ ﴿١٤﴾
(42) Çeşitli-meyveler. Onlar ikram görenlerdir.
فَوَٰكِهُ ۖ وَهُم مُّكْرَمُونَ ﴿٢٤﴾
(43) Nimetlerle donatılmış (naim) cennetlerde.
فِى جَنَّٰتِ ٱلنَّعِيمِ ﴿٣٤﴾
(44) Birbirlerine karşı, tahtlar üzerinde (otururlar).
عَلَىٰ سُرُرٍۢ مُّتَقَٰبِلِينَ ﴿٤٤﴾
(45) Kaynaktan (doldurulmuş) kadehlerle çevrelerinde dolaşılır.
يُطَافُ عَلَيْهِم بِكَأْسٍۢ مِّن مَّعِينٍۭ ﴿٥٤﴾
(46) Bembeyaz; içenlere lezzet (veren bir içki).
بَيْضَآءَ لَذَّةٍۢ لِّلشَّٰرِبِينَ ﴿٦٤﴾
(47) Onda ne bir gaile vardır, ne de kendilerinden geçip, akılları çelinir.
لَا فِيهَا غَوْلٌۭ وَلَا هُمْ عَنْهَا يُنزَفُونَ ﴿٧٤﴾
(48) Ve yanlarında bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş iri gözlü kadınlar vardır.
وَعِندَهُمْ قَٰصِرَٰتُ ٱلطَّرْفِ عِينٌۭ ﴿٨٤﴾
(49) Sanki onlar, saklı bir yumurta gibi (çarpıcı ve pürüzsüz).
كَأَنَّهُنَّ بَيْضٌۭ مَّكْنُونٌۭ ﴿٩٤﴾
(50) Böyleyken, kimi kimine yönelmiş olarak, birbirlerine soruyorlar:
فَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَىٰ بَعْضٍۢ يَتَسَآءَلُونَ ﴿۰٥﴾
(51) Bir sözcü der ki: "Benim bir yakınım vardı."
قَالَ قَآئِلٌۭ مِّنْهُمْ إِنِّى كَانَ لِى قَرِينٌۭ ﴿١٥﴾
(52) "Derdi ki: Sen de gerçekten (dirilişi) doğrulayanlardan mısın?"
يَقُولُ أَءِنَّكَ لَمِنَ ٱلْمُصَدِّقِينَ ﴿٢٥﴾
(53) "Bizler öldüğümüz, toprak ve kemikler olduğumuzda mı, gerçekten biz mi (yeniden diriltilip sonra da) sorguya çekilecekmişiz?"
أَءِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًۭا وَعِظَٰمًا أَءِنَّا لَمَدِينُونَ ﴿٣٥﴾
(54) (Konuşan yanındakilere) Der ki: "Sizler (onun şimdi ne durumda olduğunu) biliyor musunuz?"
قَالَ هَلْ أَنتُم مُّطَّلِعُونَ ﴿٤٥﴾
(55) Derken, bakıverdi, onu 'çılgınca yanan ateşin' tam ortasında gördü.
فَٱطَّلَعَ فَرَءَاهُ فِى سَوَآءِ ٱلْجَحِيمِ ﴿٥٥﴾
(56) Dedi ki: "Andolsun Allah'a, neredeyse beni de (şu bulunduğun yere) düşürecektin."
قَالَ تَٱللَّهِ إِن كِدتَّ لَتُرْدِينِ ﴿٦٥﴾
(57) "Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı, muhakkak ben de (azap yerine getirilip) hazır bulundurulanlardan olacaktım.
وَلَوْلَا نِعْمَةُ رَبِّى لَكُنتُ مِنَ ٱلْمُحْضَرِينَ ﴿٧٥﴾
(58) "Nasıl, biz ölecek olanlar değil miymişiz?"
أَفَمَا نَحْنُ بِمَيِّتِينَ ﴿٨٥﴾
(59) "Yalnızca birinci ölümümüzden başka (öyle mi)? Ve biz azaba uğratılacak olanlar değil miymişiz?"
إِلَّا مَوْتَتَنَا ٱلْأُولَىٰ وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّبِينَ ﴿٩٥﴾
(60) Şüphesiz, bu, asıl büyük 'kurtuluş ve mutluluğun' ta kendisidir.
إِنَّ هَٰذَا لَهُوَ ٱلْفَوْزُ ٱلْعَظِيمُ ﴿۰٦﴾
(61) Böylece çalışanlar da bunun bir benzeri için çalışmalıdır.
لِمِثْلِ هَٰذَا فَلْيَعْمَلِ ٱلْعَٰمِلُونَ ﴿١٦﴾
(62) Nasıl, böyle bir konaklanma mı daha hayırlı yoksa zakkum ağacı mı?
أَذَٰلِكَ خَيْرٌۭ نُّزُلًا أَمْ شَجَرَةُ ٱلزَّقُّومِ ﴿٢٦﴾
(63) Doğrusu Biz, onu kafirler için bir fitne (bir imtihan konusu) kıldık.
إِنَّا جَعَلْنَٰهَا فِتْنَةًۭ لِّلظَّٰلِمِينَ ﴿٣٦﴾
(64) Şüphesiz o, ‘çılgınca yanan ateşin’ dibinde bitip çıkar.
إِنَّهَا شَجَرَةٌۭ تَخْرُجُ فِىٓ أَصْلِ ٱلْجَحِيمِ ﴿٤٦﴾
(65) Onun tomurcukları, şeytanların başları gibidir.
طَلْعُهَا كَأَنَّهُۥ رُءُوسُ ٱلشَّيَٰطِينِ ﴿٥٦﴾
(66) Artık gerçekten, ondan yiyecekler böylelikle karınlarını ondan dolduracaklar.
فَإِنَّهُمْ لَءَاكِلُونَ مِنْهَا فَمَالِـُٔونَ مِنْهَا ٱلْبُطُونَ ﴿٦٦﴾
(67) Sonra kendileri için onun üzerinde kaynar su karıştırılmış bir içkileri de vardır.
ثُمَّ إِنَّ لَهُمْ عَلَيْهَا لَشَوْبًۭا مِّنْ حَمِيمٍۢ ﴿٧٦﴾
(68) Sonra onların dönecekleri yer, elbette (yine) çılgınca yanan ateştir.
ثُمَّ إِنَّ مَرْجِعَهُمْ لَإِلَى ٱلْجَحِيمِ ﴿٨٦﴾
(69) Çünkü onlar, atalarını sapık kimseler olarak bulmuşlardı.
إِنَّهُمْ أَلْفَوْا۟ ءَابَآءَهُمْ ضَآلِّينَ ﴿٩٦﴾
(70) Kendileri de onları izleri üzerinde koşturup-duruyorlardı.
فَهُمْ عَلَىٰٓ ءَاثَٰرِهِمْ يُهْرَعُونَ ﴿۰٧﴾
(71) Andolsun, onlardan önce, evvelkilerin çoğu da sapmıştı.
وَلَقَدْ ضَلَّ قَبْلَهُمْ أَكْثَرُ ٱلْأَوَّلِينَ ﴿١٧﴾
(72) Andolsun, Biz onlara uyarıcılar göndermiştik.
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا فِيهِم مُّنذِرِينَ ﴿٢٧﴾
(73) Uyarılanların nasıl bir sona uğradıklarına bir bak.
فَٱنظُرْ كَيْفَ كَانَ عَٰقِبَةُ ٱلْمُنذَرِينَ ﴿٣٧﴾
(74) Ancak muhlis olan kullar başka.
إِلَّا عِبَادَ ٱللَّهِ ٱلْمُخْلَصِينَ ﴿٤٧﴾
(75) Andolsun, Nuh Bize (dua edip) seslenmişti de, ne güzel icabet etmiştik.
وَلَقَدْ نَادَىٰنَا نُوحٌۭ فَلَنِعْمَ ٱلْمُجِيبُونَ ﴿٥٧﴾
(76) Onu ve ailesini, o büyük üzüntüden kurtarmıştık.
وَنَجَّيْنَٰهُ وَأَهْلَهُۥ مِنَ ٱلْكَرْبِ ٱلْعَظِيمِ ﴿٦٧﴾
(77) Ve onun soyunu, (dünyada) onları da baki kıldık.
وَجَعَلْنَا ذُرِّيَّتَهُۥ هُمُ ٱلْبَاقِينَ ﴿٧٧﴾
(78) Sonra gelenler arasında ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.
وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِى ٱلْءَاخِرِينَ ﴿٨٧﴾
(79) Alemler içinde selam olsun Nuh’a.
سَلَٰمٌ عَلَىٰ نُوحٍۢ فِى ٱلْعَٰلَمِينَ ﴿٩٧﴾
(80) Gerçekten Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.
إِنَّا كَذَٰلِكَ نَجْزِى ٱلْمُحْسِنِينَ ﴿۰٨﴾
(81) Şüphesiz o, Bizim mü’min olan kullarımızdandı.
إِنَّهُۥ مِنْ عِبَادِنَا ٱلْمُؤْمِنِينَ ﴿١٨﴾
(82) Sonra diğerlerini suda boğduk.
ثُمَّ أَغْرَقْنَا ٱلْءَاخَرِينَ ﴿٢٨﴾
(83) Doğrusu İbrahim de onun (soyunun) bir kolundandır.
۞ وَإِنَّ مِن شِيعَتِهِۦ لَإِبْرَٰهِيمَ ﴿٣٨﴾
(84) Hani o, Rabbine arınmış (selim) bir kalp ile gelmişti.
إِذْ جَآءَ رَبَّهُۥ بِقَلْبٍۢ سَلِيمٍ ﴿٤٨﴾
(85) Hani babasına ve kavmine demişti ki: “Sizler neye tapıyorsunuz?”
إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِۦ مَاذَا تَعْبُدُونَ ﴿٥٨﴾
(86) “Birtakım uydurma yalanlar için mi Allah’tan başka ilahlar istiyorsunuz?”
أَئِفْكًا ءَالِهَةًۭ دُونَ ٱللَّهِ تُرِيدُونَ ﴿٦٨﴾
(87) “Alemlerin Rabbi hakkındaki zannınız nedir?”
فَمَا ظَنُّكُم بِرَبِّ ٱلْعَٰلَمِينَ ﴿٧٨﴾
(88) Sonra yıldızlara bir göz attı.
فَنَظَرَ نَظْرَةًۭ فِى ٱلنُّجُومِ ﴿٨٨﴾
(89) “Ben, doğrusu hastayım” dedi.
فَقَالَ إِنِّى سَقِيمٌۭ ﴿٩٨﴾
(90) Böylelikle arkalarını çevirip ondan kaçmaya başladılar.
فَتَوَلَّوْا۟ عَنْهُ مُدْبِرِينَ ﴿۰٩﴾
(91) Bunun üzerine onların ilahlarına sokulup: “Yemek yemiyor musunuz?” dedi.
فَرَاغَ إِلَىٰٓ ءَالِهَتِهِمْ فَقَالَ أَلَا تَأْكُلُونَ ﴿١٩﴾
(92) “Size ne oluyor ki konuşmuyorsunuz?”
مَا لَكُمْ لَا تَنطِقُونَ ﴿٢٩﴾
(93) Derken onların üstüne yürüyüp sağ eliyle bir darbe indirdi.
فَرَاغَ عَلَيْهِمْ ضَرْبًۢا بِٱلْيَمِينِ ﴿٣٩﴾
(94) Çok geçmeden (halkı) birbirine girmiş durumda kendisine yönelip geldiler.
فَأَقْبَلُوٓا۟ إِلَيْهِ يَزِفُّونَ ﴿٤٩﴾
(95) Dedi ki: “Yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?”
قَالَ أَتَعْبُدُونَ مَا تَنْحِتُونَ ﴿٥٩﴾
(96) “Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.”
وَٱللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ ﴿٦٩﴾
(97) Dediler ki: “Onun için (yüksekçe) bir bina inşa edin de onu çılgınca yanan ateşin içine atın.”
قَالُوا۟ ٱبْنُوا۟ لَهُۥ بُنْيَٰنًۭا فَأَلْقُوهُ فِى ٱلْجَحِيمِ ﴿٧٩﴾
(98) Böylelikle ona bir tuzak hazırlamak istediler. Oysa Biz, onları alçaltılmışlar kıldık.
فَأَرَادُوا۟ بِهِۦ كَيْدًۭا فَجَعَلْنَٰهُمُ ٱلْأَسْفَلِينَ ﴿٨٩﴾
(99) (İbrahim) Dedi ki: “Şüphesiz ben, Rabbime gidiciyim; O, beni hidayete erdirecektir.”
وَقَالَ إِنِّى ذَاهِبٌ إِلَىٰ رَبِّى سَيَهْدِينِ ﴿٩٩﴾
(100) “Rabbim, bana salihlerden (olan bir çocuk) armağan et.”
رَبِّ هَبْ لِى مِنَ ٱلصَّٰلِحِينَ ﴿۰۰١﴾
(101) Biz de onu halim bir çocukla müjdeledik.
فَبَشَّرْنَٰهُ بِغُلَٰمٍ حَلِيمٍۢ ﴿١۰١﴾
(102) Böylece (çocuk) onun yanında koşabilecek çağa erişince (İbrahim ona): “Oğlum” dedi. “Gerçekten ben seni rüyamda boğazlıyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyorsun.” (Oğlu İsmail) Dedi ki: “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaAllah, beni sabredenlerden bulacaksın.”
فَلَمَّا بَلَغَ مَعَهُ ٱلسَّعْىَ قَالَ يَٰبُنَىَّ إِنِّىٓ أَرَىٰ فِى ٱلْمَنَامِ أَنِّىٓ أَذْبَحُكَ فَٱنظُرْ مَاذَا تَرَىٰ ۚ قَالَ يَٰٓأَبَتِ ٱفْعَلْ مَا تُؤْمَرُ ۖ سَتَجِدُنِىٓ إِن شَآءَ ٱللَّهُ مِنَ ٱلصَّٰبِرِينَ ﴿٢۰١﴾
(103) Sonunda ikisi de (Allah’ın emrine ve takdirine) teslim olup (babası, İsmail’i kurban etmek için) onu alnı üzerine yatırdı.
فَلَمَّآ أَسْلَمَا وَتَلَّهُۥ لِلْجَبِينِ ﴿٣۰١﴾
(104) Biz ona: “Ey İbrahim” diye seslendik.
وَنَٰدَيْنَٰهُ أَن يَٰٓإِبْرَٰهِيمُ ﴿٤۰١﴾
(105) “Gerçekten sen, rüyayı doğruladın. Şüphesiz Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.”
قَدْ صَدَّقْتَ ٱلرُّءْيَآ ۚ إِنَّا كَذَٰلِكَ نَجْزِى ٱلْمُحْسِنِينَ ﴿٥۰١﴾
(106) Doğrusu bu, apaçık bir imtihandı.
إِنَّ هَٰذَا لَهُوَ ٱلْبَلَٰٓؤُا۟ ٱلْمُبِينُ ﴿٦۰١﴾
(107) Ve ona büyük bir kurbanı fidye olarak verdik.
وَفَدَيْنَٰهُ بِذِبْحٍ عَظِيمٍۢ ﴿٧۰١﴾
(108) Sonra gelenler arasında ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.
وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِى ٱلْءَاخِرِينَ ﴿٨۰١﴾
(109) İbrahim’e selam olsun.
سَلَٰمٌ عَلَىٰٓ إِبْرَٰهِيمَ ﴿٩۰١﴾
(110) Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.
كَذَٰلِكَ نَجْزِى ٱلْمُحْسِنِينَ ﴿۰١١﴾
(111) Şüphesiz o, Bizim mü’min olan kullarımızdandır.
إِنَّهُۥ مِنْ عِبَادِنَا ٱلْمُؤْمِنِينَ ﴿١١١﴾
(112) Biz ona, salihlerden bir peygamber olarak İshak’ı da müjdeledik.
وَبَشَّرْنَٰهُ بِإِسْحَٰقَ نَبِيًّۭا مِّنَ ٱلصَّٰلِحِينَ ﴿٢١١﴾
(113) Ona ve İshak’a bereketler verdik. İkisinin soyundan, ihsanda bulunan (muhsin olan) da var, açıkça kendi nefsine zulmeden de.
وَبَٰرَكْنَا عَلَيْهِ وَعَلَىٰٓ إِسْحَٰقَ ۚ وَمِن ذُرِّيَّتِهِمَا مُحْسِنٌۭ وَظَالِمٌۭ لِّنَفْسِهِۦ مُبِينٌۭ ﴿٣١١﴾
(114) Andolsun, Biz Musa’ya ve Harun’a lütufta bulunduk.
وَلَقَدْ مَنَنَّا عَلَىٰ مُوسَىٰ وَهَٰرُونَ ﴿٤١١﴾
(115) Onları ve kavimlerini o büyük üzüntüden kurtardık.
وَنَجَّيْنَٰهُمَا وَقَوْمَهُمَا مِنَ ٱلْكَرْبِ ٱلْعَظِيمِ ﴿٥١١﴾
(116) Onlara yardım ettik, böylece üstün gelenler oldular.
وَنَصَرْنَٰهُمْ فَكَانُوا۟ هُمُ ٱلْغَٰلِبِينَ ﴿٦١١﴾
(117) Ve ikisine anlatımı-açık kitabı verdik.
وَءَاتَيْنَٰهُمَا ٱلْكِتَٰبَ ٱلْمُسْتَبِينَ ﴿٧١١﴾
(118) Onları dosdoğru yola yöneltip-ilettik.
وَهَدَيْنَٰهُمَا ٱلصِّرَٰطَ ٱلْمُسْتَقِيمَ ﴿٨١١﴾
(119) Sonra gelenler arasında da ikisine (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.
وَتَرَكْنَا عَلَيْهِمَا فِى ٱلْءَاخِرِينَ ﴿٩١١﴾
(120) Musa’ya ve Harun’a selam olsun.
سَلَٰمٌ عَلَىٰ مُوسَىٰ وَهَٰرُونَ ﴿۰٢١﴾
(121) Şüphesiz Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.
إِنَّا كَذَٰلِكَ نَجْزِى ٱلْمُحْسِنِينَ ﴿١٢١﴾
(122) Şüphesiz ikisi, Bizim mü’min olan kullarımızdandılar.
إِنَّهُمَا مِنْ عِبَادِنَا ٱلْمُؤْمِنِينَ ﴿٢٢١﴾
(123) Gerçekten İlyas da, gönderilmiş (peygamber)lerdendi.
وَإِنَّ إِلْيَاسَ لَمِنَ ٱلْمُرْسَلِينَ ﴿٣٢١﴾
(124) Hani kendi kavmine demişti ki: “Siz korkup sakınmaz mısınız?”
إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِۦٓ أَلَا تَتَّقُونَ ﴿٤٢١﴾
(125) “Siz Ba’le tapıp da Yaratıcıların en güzeli (olan Allah’ı) mı bırakıyorsunuz?”
أَتَدْعُونَ بَعْلًۭا وَتَذَرُونَ أَحْسَنَ ٱلْخَٰلِقِينَ ﴿٥٢١﴾
(126) “Allah ki, sizin de Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbidir.”
ٱللَّهَ رَبَّكُمْ وَرَبَّ ءَابَآئِكُمُ ٱلْأَوَّلِينَ ﴿٦٢١﴾
(127) Fakat onu yalanladılar; bundan dolayı gerçekten onlar, (azap için getirilip) hazır bulundurulacak olanlardır.
فَكَذَّبُوهُ فَإِنَّهُمْ لَمُحْضَرُونَ ﴿٧٢١﴾
(128) Ancak, muhlis olan kullar başka.
إِلَّا عِبَادَ ٱللَّهِ ٱلْمُخْلَصِينَ ﴿٨٢١﴾
(129) Sonra gelenler arasında ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.
وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِى ٱلْءَاخِرِينَ ﴿٩٢١﴾
(130) İlyas’a selam olsun.
سَلَٰمٌ عَلَىٰٓ إِلْ يَاسِينَ ﴿۰٣١﴾
(131) Şüphesiz Biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.
إِنَّا كَذَٰلِكَ نَجْزِى ٱلْمُحْسِنِينَ ﴿١٣١﴾
(132) Şüphesiz o, Bizim mü’min olan kullarımızdandı.
إِنَّهُۥ مِنْ عِبَادِنَا ٱلْمُؤْمِنِينَ ﴿٢٣١﴾
(133) Gerçekten Lût da gönderilmiş (elçi)lerdendi.
وَإِنَّ لُوطًۭا لَّمِنَ ٱلْمُرْسَلِينَ ﴿٣٣١﴾
(134) Hani Biz onu ve ailesini topluca kurtarmıştık.
إِذْ نَجَّيْنَٰهُ وَأَهْلَهُۥٓ أَجْمَعِينَ ﴿٤٣١﴾
(135) Geride bırakılanlar arasında bir yaşlı kadın dışında.
إِلَّا عَجُوزًۭا فِى ٱلْغَٰبِرِينَ ﴿٥٣١﴾
(136) Sonra geride kalanları yerle bir ettik.
ثُمَّ دَمَّرْنَا ٱلْءَاخَرِينَ ﴿٦٣١﴾
(137) Siz onların üstünden muhakkak geçip gidiyorsunuz; sabah vakti.
وَإِنَّكُمْ لَتَمُرُّونَ عَلَيْهِم مُّصْبِحِينَ ﴿٧٣١﴾
(138) Ve geceleyin. Yine de akıllanmayacak mısınız?
وَبِٱلَّيْلِ ۗ أَفَلَا تَعْقِلُونَ ﴿٨٣١﴾
(139) Şüphesiz Yunus da gönderilmiş (elçi)lerdendi.
وَإِنَّ يُونُسَ لَمِنَ ٱلْمُرْسَلِينَ ﴿٩٣١﴾
(140) Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı.
إِذْ أَبَقَ إِلَى ٱلْفُلْكِ ٱلْمَشْحُونِ ﴿۰٤١﴾
(141) Böylece kur’aya katılmıştı da, kaybedenlerden olmuştu.
فَسَاهَمَ فَكَانَ مِنَ ٱلْمُدْحَضِينَ ﴿١٤١﴾
(142) Derken onu balık yutmuştu, oysa o kınanmıştı.
فَٱلْتَقَمَهُ ٱلْحُوتُ وَهُوَ مُلِيمٌۭ ﴿٢٤١﴾
(143) Eğer (Allah’ı çokça) tesbih edenlerden olmasaydı,
فَلَوْلَآ أَنَّهُۥ كَانَ مِنَ ٱلْمُسَبِّحِينَ ﴿٣٤١﴾
(144) Onun karnında (insanların) dirilip-kaldırılacakları güne kadar kalakalmıştı.
لَلَبِثَ فِى بَطْنِهِۦٓ إِلَىٰ يَوْمِ يُبْعَثُونَ ﴿٤٤١﴾
(145) Sonunda o hasta bir durumdayken çıplak bir yere (sahile) attık.
۞ فَنَبَذْنَٰهُ بِٱلْعَرَآءِ وَهُوَ سَقِيمٌۭ ﴿٥٤١﴾
(146) Ve üzerine, sık-geniş yaprakla (kabağa benzer) türden bir ağaç bitirdik.
وَأَنۢبَتْنَا عَلَيْهِ شَجَرَةًۭ مِّن يَقْطِينٍۢ ﴿٦٤١﴾
(147) Onu yüzbin veya (sayısı) daha da artan (bir topluluk)a (peygamber olarak) gönderdik.
وَأَرْسَلْنَٰهُ إِلَىٰ مِا۟ئَةِ أَلْفٍ أَوْ يَزِيدُونَ ﴿٧٤١﴾
(148) Sonunda ona iman ettiler, Biz de onları bir süreye kadar yararlandırdık.
فَـَٔامَنُوا۟ فَمَتَّعْنَٰهُمْ إِلَىٰ حِينٍۢ ﴿٨٤١﴾
(149) Şimdi sen onlara sor: -Kızlar senin Rabbinin, erkek çocuklar onların mı?
فَٱسْتَفْتِهِمْ أَلِرَبِّكَ ٱلْبَنَاتُ وَلَهُمُ ٱلْبَنُونَ ﴿٩٤١﴾
(150) Yoksa onlar, şahidlik etmekteyken Biz melekleri dişiler olarak mı yarattık?
أَمْ خَلَقْنَا ٱلْمَلَٰٓئِكَةَ إِنَٰثًۭا وَهُمْ شَٰهِدُونَ ﴿۰٥١﴾
(151) Dikkat edin; gerçekten onlar, düzdükleri yalanlardan dolayı derler ki:
أَلَآ إِنَّهُم مِّنْ إِفْكِهِمْ لَيَقُولُونَ ﴿١٥١﴾
(152) “Allah doğurdu.” Onlar, hiç şüphesiz, muhakkak yalan söyleyenlerdir.
وَلَدَ ٱللَّهُ وَإِنَّهُمْ لَكَٰذِبُونَ ﴿٢٥١﴾
(153) (Allah,) Kızları, erkek çocuklara tercih mi etmiş?
أَصْطَفَى ٱلْبَنَاتِ عَلَى ٱلْبَنِينَ ﴿٣٥١﴾
(154) Size ne oluyor, nasıl hüküm veriyorsunuz?
مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ ﴿٤٥١﴾
(155) Hiç mi öğüt alıp-düşünmüyorsunuz?
أَفَلَا تَذَكَّرُونَ ﴿٥٥١﴾
(156) Yoksa sizin apaçık olan bir deliliniz mi var?
أَمْ لَكُمْ سُلْطَٰنٌۭ مُّبِينٌۭ ﴿٦٥١﴾
(157) Eğer doğru söylüyorsanız, öyleyse getirin kitabınızı.
فَأْتُوا۟ بِكِتَٰبِكُمْ إِن كُنتُمْ صَٰدِقِينَ ﴿٧٥١﴾
(158) Onlar, Kendisi'yle (Allah ile) cinler arasında bir soy-bağı kurdular. Oysa andolsun, cinler de onların gerçekten (azap için getirilip) hazır bulundurulacaklarını bilmişlerdir.
وَجَعَلُوا۟ بَيْنَهُۥ وَبَيْنَ ٱلْجِنَّةِ نَسَبًۭا ۚ وَلَقَدْ عَلِمَتِ ٱلْجِنَّةُ إِنَّهُمْ لَمُحْضَرُونَ﴿٨٥١﴾
(159) Onların nitelendirdiklerinden Allah Yücedir.
سُبْحَٰنَ ٱللَّهِ عَمَّا يَصِفُونَ ﴿٩٥١﴾
(160) Ancak muhlis olan kullar başka.
إِلَّا عِبَادَ ٱللَّهِ ٱلْمُخْلَصِينَ ﴿۰٦١﴾
(161) Artık siz de, tapmakta olduklarınız da.
فَإِنَّكُمْ وَمَا تَعْبُدُونَ ﴿١٦١﴾
(162) O’na karşı kimseyi fitneye sürükleyecek değilsiniz.
مَآ أَنتُمْ عَلَيْهِ بِفَٰتِنِينَ ﴿٢٦١﴾
(163) Ancak kendisi çılgınca yanan ateşe girecek olan başka (onu sürüklersiniz).
إِلَّا مَنْ هُوَ صَالِ ٱلْجَحِيمِ ﴿٣٦١﴾
(164) (Melekler der ki:) “Bizden her birimiz için belli bir makam vardır.”
وَمَا مِنَّآ إِلَّا لَهُۥ مَقَامٌۭ مَّعْلُومٌۭ ﴿٤٦١﴾
(165) “Biziz, o saflar halinde dizilmiş olanlar, gerçekten biziz.”
وَإِنَّا لَنَحْنُ ٱلصَّآفُّونَ ﴿٥٦١﴾
(166) “Biziz, o tesbih edenler de, gerçekten biziz.”
وَإِنَّا لَنَحْنُ ٱلْمُسَبِّحُونَ ﴿٦٦١﴾
(167) Onlar (putatapıcılar), her ne kadar şöyle diyor idiyseler de:
وَإِن كَانُوا۟ لَيَقُولُونَ ﴿٧٦١﴾
(168) ”Eğer yanımızda öncekilerden bir zikir (kitap) bulunmuş olsaydı.”
لَوْ أَنَّ عِندَنَا ذِكْرًۭا مِّنَ ٱلْأَوَّلِينَ ﴿٨٦١﴾
(169) “Gerçekten bizler de, Allah’ın muhlis olan kullarından olurduk.”
لَكُنَّا عِبَادَ ٱللَّهِ ٱلْمُخْلَصِينَ ﴿٩٦١﴾
(170) Fakat (kitap gelince) onu tanımayıp-küfrettiler; yakında bileceklerdir.
فَكَفَرُوا۟ بِهِۦ ۖ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ ﴿۰٧١﴾
(171) Andolsun, (peygamber olarak) gönderilen kullarımıza (şu) sözümüz geçmiştir:
وَلَقَدْ سَبَقَتْ كَلِمَتُنَا لِعِبَادِنَا ٱلْمُرْسَلِينَ ﴿١٧١﴾
(172) Gerçekten onlar, muhakkak nusret (yardım ve zafer) bulacaklardır.
إِنَّهُمْ لَهُمُ ٱلْمَنصُورُونَ ﴿٢٧١﴾
(173) Ve hiç şüphesiz; Bizim ordularımız, üstün gelecek olanlar onlardır.
وَإِنَّ جُندَنَا لَهُمُ ٱلْغَٰلِبُونَ ﴿٣٧١﴾
(174) Öyleyse sen, bir süreye kadar onlardan yüz çevir.
فَتَوَلَّ عَنْهُمْ حَتَّىٰ حِينٍۢ ﴿٤٧١﴾
(175) Ve onları seyret; (azabı) yakında göreceklerdir.
وَأَبْصِرْهُمْ فَسَوْفَ يُبْصِرُونَ ﴿٥٧١﴾
(176) Şimdi onlar, Bizim azabımızı mı acele istiyorlar?
أَفَبِعَذَابِنَا يَسْتَعْجِلُونَ ﴿٦٧١﴾
(177) Fakat (azap) onların sahasına indiği zaman uyarılıp-korkutulanların sabahı ne kötü olur.
فَإِذَا نَزَلَ بِسَاحَتِهِمْ فَسَآءَ صَبَاحُ ٱلْمُنذَرِينَ ﴿٧٧١﴾
(178) Sen bir süreye kadar onlardan yüz çevir.
وَتَوَلَّ عَنْهُمْ حَتَّىٰ حِينٍۢ ﴿٨٧١﴾
(179) Ve seyret; (azabı) yakında göreceklerdir.
وَأَبْصِرْ فَسَوْفَ يُبْصِرُونَ ﴿٩٧١﴾
(180) Üstünlük ve güç (izzet) sahibi olan senin Rabbin, onların nitelendirdiklerinden Yücedir.
سُبْحَٰنَ رَبِّكَ رَبِّ ٱلْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ ﴿۰٨١﴾
(181) Gönderilmiş (peygamber)lere selam olsun.
وَسَلَٰمٌ عَلَى ٱلْمُرْسَلِينَ ﴿١٨١﴾
(182) Ve alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.
وَٱلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ ٱلْعَٰلَمِينَ ﴿٢٨١﴾

No comments:

Post a Comment